Geçen yüzyılın ortalarına kadar Galata’da ve Pera’da kendilerine Levant denilen Latin kökenli bir topluluğun yaşadığını herkes bilir; bir zamanlar Beyoğlu nüfusunun yarısından fazlası Levanten nüfusa ev sahipliği yaparken bugün bunlardan azı doğdukları büyüdükleri bu semtte kalmıştır. Peki bu insanlar kimlerdi ve İstanbul’a nasıl gelmişlerdi? Çoğunun iki büyük denizci devletin, yani Venedik ve Cenova Cumhuriyetleri’nin İstanbul’da kalan tüccar ve denizcilerinin soyundan geldiğini söyleyebiliriz, İstanbul’daki İtalyan tüccarların ve denizcilerinin varlığına ilişkin küçük bir araştırmamı aşağıdaki kısa yazıda sunmaya çalışacağım:
Ortaçağ Avrupa’sının denizlerdeki en büyük güçleri, Venedik ve Cenova Cumhuriyetleri, kurdukları denizaşırı ticaret kolonileri ve elde ettikleri ticari imtiyazlar sayesinde Akdeniz’de serbest ticaret yapıyor, karşılaştıkları her yerde birbirleriyle savaşmaktan da geri kalmıyorlardı. Ortaçağ boyunca gerek canlı transit ticareti ve gerekse önemli yerel pazarıyla Akdeniz’in dünyanın her yerinden gelen malların bulunabildiği önemli bir ticaret merkezi olan Konstantinopolis, öteden beri her iki devletin de iştahını kabartıyordu. Gerçi Latin tüccarlara birtakım ayrıcalıklar sağlanmıştı ve belli bölgelerde oturma, liman ya da iskeleler, depolar, pazar yeri kurma hakları elde etmişlerdi; ancak koloni oluşturamıyorlardı. Bizans idaresiyle yapılan anlaşmalar uyarınca bir kısmı tüccarların idaresinde bulunan, bir kısmı ise kiliselere ait olan iskeleler, bir tür serbest liman bölgesi sayılıyordu.
Her iki devletin gözü de Konstantinopolis’in dillere destan servetindeydi. Sonrası malum: İlk hamleyi Venedik yapar ve Venedik’in kışkırtması ve denizden yardımıyla Haçlılar şehri ele geçirerek yağmalar, böylece Venedikliler istedikleri koloniye kavuşurlar ve Galata’ya yerleşirler. Çok geçmeden bu sefer hamle sırası Cenevizlilere gelir, onlar da Bizans’a yardım ederek şehri geri almalarını sağlarlar ve Venediklileri saf dışı bırakırlar. Güç bela şehri geri alan Bizans İmparatoru da bakar ki bu iki amansız rakipten huzur yok, bari birbirlerini yesinler diye Galata’da koloni kurma hakkını bu sefer Cenevizlilere verir; Venedikli tüccar ve yatırımcılara da kendi liderlerini seçme hakkı tanır. Bundan sonra Galata Ceneviz mahallesi ve Venedik mahallesi olarak ikiye ayrılır. Cenevizliler yasak olmasına rağmen yavaş yavaş Galata’yı surlarla ve kulelerle çevirerek Küçük Cenova modelinde müstakil bir İtalyan şehri haline getirirler; surların etrafına hendekler kazarlar, limana hakim bir tepeye de İsa Kulesi adını verdikleri yüksek bir kule, yani bugün gördüğümüz Galata Kulesini dikerler.
Venedikliler de boş durmazlar ve İstanbul’da Venedik Cumhuriyeti’nin devlet örgütlenmesinin adeta küçük bir modelini oluştururlar, yönetimin başına ise balyos ünvanıyla bir yönetici atanır. Bugün halen ayakta duran Asmaaltı’ndaki Balkapanı Hanı Venediklilerden kalmadır ve burası hem balyosun ofisi hem de Venedikli tüccarın şarap mahzelerinin ve antrepolarının bulunduğu bir yerdi. Balyoslar yaz aylarında ayrıca “Pera Bağları” olarak adlandırılan Vigne di Pera’da ikamet ederlerdi. Pera Rumca’da aynı bizim bugün de kullandığımız gibi “karşı yaka” anlamına gelmekteydi, Türkler tarafından Pera yerine kullanılan kullanılan Beyoğlu ismi de bu balyos (it:bailo/koruyucu) kelimesinden türemiştir.
İstanbul’un fethinden sonra yapılan görüşmeler sonunda Venediklilerin İstanbul’daki ticari imtiyazları devam etmiş, her yıl 200 bin duka altını ödemesi koşuluyla Osmanlı limanlarında serbestçe ticaret yapma izni ve İstanbul’da elçi olarak bir balyos bulundurma hakkı tanınmıştır. Cenevizlere de serbest ticaret hakkı tanınmış ama Galata’nın bağımsız statüsünü sürdürmesine izin verilmemiş; burasının ileride başa bela olacağını anlayan Fatih Sultan Mehmet ilk iş olarak surları yıktırmış ve Pera’yı İstanbul’a bağlamış.
Galata’da çok farklı sosyal statülere sahip Venedikliler ve Cenevizliler yaşamış; bunlar arasında Venedik vatandaşı olan soylu tacirler, denizciler, yurttaşlar, haydutlar, köleler ve sürgünler de varmış. Venediklilerden ve Cenevizlilerden denizciler ve denizcilik deneyimi olan diğerleri İstanbul’da birçok hazır iş imkanları bulmuşlar, hatta İstanbul’un fethinden iki yıl sonra Osmanlı tersanesi Tersane’i Amire’nin kurulmasında Venedik’ten getirtilen ustalardan teknik destek alınmıştır. Rum-Venedikli denizciler ve mürettebat genel olarak “marioli” ya da “banditi” olarak bilinirmiş, 1600’lerde Venedik balyosu Antonio Tiepolo bunları Kandiya’dan sürülerek kendilerini Pera tavernalarında avutan Kandiyalılar olduğunu ve Girit’teki işsizlik nedeniyle İstanbul’a göç ettiklerini belirterek yakınıyor Venedik’e yolladığı raporunda… O dönemde Rumlar da Venedik tebaası sayıldığı ve Venedik balyosunun sorumluluğundadır, anlaşılan bu göç olayı balyosun başını bir o sıralar hayli ağrıtmış olmalı. ‘Venedikli Rum’ terimi, Rumca konuşmakla birlikte büyük farklılıklara sahip grupları kabaca tanımlayan bir kavramdı. Bu dönemde İstanbul’da tersanede çalışan marangozların çoğu Venedik-Girit kültürü taşıyan Kandiyalılardı, Kandiya’daki ücretler hem çok az hem de işleri düzensiz olduğundan İstanbul’a gelerek iş arıyorlardı. Bu arada Galata ve Pera’da yaşayan Venediklilerin casusluk faaliyetlerinde bulunarak dönemin İtalya’sına bilgi aktardıkları ve zaman zaman aralarından bazılarının casusluktan tutuklandıklarını söylemek şaşırtıcı olmayacaktır.
İstanbul’da yaşayan ya da geçici bir süre için burada bulunan Venedik ve Ceneviz vatandaşlarının çok kimlikli ve çok kültürlü olduğunu açıkça görmekteyiz. Galatada’ki bu çok kültürlülük farklı gruplar arasında zaman zaman tartışmalara da neden olmuş tabi ki; örneğin 1612 yılında Venedikli denizciler ve yeniçeriler arasında çıkan çatışmada bazı yeniçeriler ağır şekilde yaralanmış, dönemin balyosu araya girerek olayın sorunsuz çözülmesi için rüşvet olarak 90 düka altın ödemiş. Bu dönemde İstanbul’da kalan denizcilerin kendi inançlarını terk edecekleri ve Müslüman olacakları ya da Protestanlığa dönecekleri yönünde ciddi bir endişe olduğunu da belirtelim. Dinler arası bu geçişlerin en önemli nedeniyse Akdeniz’de bu dönemde korsanlığın sürmesi ve korsanlarca esir alınanların ya zorla ya da gönüllü olarak din değiştirmeleri…
Venedik ve Cenevizlilerin yerleşik olduğu Galata, tarih boyunca limanıyla ülkenin dışa açılan bir kapısı olmuştu, bu liman her dönem denizcilerin bir uğrak yeri olma niteliğini taşımış ve kazancını limandan sağlamıştır. Yeri gelmişken Galata adının kökenine değinelim: “Gala”, Rumcada “süt” anlamına gelir; bir rivâyete göre Galata’nın adı semtteki süthânelere gönderme yapılarak türetilmiştir, diğer ihtimal ise İtalyanca “denize inen yol” anlamına gelen “galata” kelimesi düşünülerek bu isim verildiğidir. Galata limanı, Azapkapı ile Tophane arasında bulunan iskelelerden oluşmaktaydı, bunlar; Azapkapı İskelesi, Funda İskelesi, Kürkçükapı İskelesi, Yağkapanı İskelesi, Balıkpazarı İskelesi, Karaköy İskelesi, Mumhane İskelesi, Kireçkapı İskelesi, Eğrikapı İskelesi, Debbağhane İskelesi ve Tophane İskelesi idi. İngiliz, Fransız, Hollandalı ve Venediklilere ait gemiler burada karaya yanaşarak yükleme ve tahliye yaparlarmış. Surlar ile koy arasında bugün de olduğu gibi tacirlere ait kulübeler, dükkanlar ve meyhaneler bulunuyormuş, aynı zamanda zeytinyağı, şarap gibi Ege mallarının başlıca antreposu da burasıymış. 16. yy.da Kasımpaşa semti imparatorluğun esas tersanesi ve donanma merkezi olunca, Galata da denizciliğin ve denizcilerin başlıca mekanı olur, gemicilerin semti olması nedeniyle bir eğlence merkezi haline gelir.
Peki İtalyan denizcileri Türk denizciliğini etkilemiş midir? Bu kadar yakın etkileşimde bulunan iki kültürün birbirinden etkilenmemesi herhalde imkansız olurdu. Yazımızda bahsedildiği gibi İtalyan asıllı birçok usta, Türk tersanelerinin kuruluşundan itibaren hizmet vermiştir. Osmanlı yönetiminde üst kademelere kadar gelmiş Venedik ve Ceneviz asıllı pek çok üst düzey devlet görevlisi mevcuttur, bunların arasında kaptanı-deryalık yapanlar, hatta sadrazam olanlar bile vardır; mesela Cağaloğlu semtine adını veren Ciğalazade Yusuf Sinan Paşa, Messina’da yaşayan meşhur Cenevizli Cicala ailesinin oğluydu. Uluç Reis’in 1591’deki ölümünden sonra aralıklarla 10 sene kaptan-ı deryalık yapmış, hatta kısa bir süre de sadrazamlık görevinde bulunmuştur. Kanuni Sultan Süleyman döneminde sadrazamlık yapan Pargalı İbrahim Paşa’nın da bazı kaynaklarda Venedik asıllı olduğu belirtilmektedir.
Venedikli ve Cenevizli denizcilerin yüzyıllardır yaşadıkları bu coğrafyada geride bıraktıkları izlere gelince: Bugün denizcilikte kullandığımız terimlerin bir çoğu İtalyancadır ve onlardan miras kalmıştır. Şimdi argo dağarcığımıza da geçen ve hala kullanılan yarı İtalyanca yarı Türkçe birkaç deyimle yazımızı noktalayalım:
Voltasını almak: Çekip gitmek anlamında, palamarı çözmek olarak da kullanılır.
Mostrasını bozmak: döverek yüzünü yaralamak (mostra/görünüş)
Fora etmek: Bir şeyi dışarı çıkarmak (fuori/dışarı)
Dümen çevirmek: Arkasından iş çevirmek (timone/dümen)
Faça façaya gelmek: karşı karşıya gelmek (faccia/yüz)
Racon kesmek: kural koymak, yöntem belirlemek (raggione/akıl)
Pasa etmek: vermek, geçirmek (passa/vermek)
Pasa parola etmek: ağızdan ağza bir olayı yaymak (passa parola/söz iletmek)
Korta etmek: Çapkınlık etmek (corte/kur)
Sabri Çağrı Sezgin
Çok güzel bir araştırma yazısı Teşekkürler.
teşekkürler..
Gerçekten çok değerli bir araştırma yazısı. Yayınınız için teşekkürler.
Beğenmenize sevindim, yorumunuz için çok teşekkür ederim.
Baştan sona keyifle okudum. Ne güzel bilgiler edindim sayenizde. Emeğinize sağlık, çok teşekkürler.