Antik çağlarda denizciler rüzgâr, fırtına ve akıntı gibi doğa olaylarını hep doğaüstü güçlerle ilişkilendirmiş, bulaşıcı hastalıkları ve ölümcül salgınları da tanrıların gazabı olarak görmüşlerdi. Bu inançların etkisiyle yola çıkılmadan önce kötü ruhlardan, cinlerden ve şeytanlardan korunmak ve yolculuğu sağ salim tamamlamak için tanrılara adaklar sunulur, onlardan iyi şans ve bol rüzgâr dilenirdi. Eski Yunan efsanelerinde işledikleri günahlar nedeniyle tanrılar tarafından lanetlenen denizcilerin hikâyelerine rastlarız, bunlardan en ünlüsü Athena ve Poseidon tarafından lanetlenen Odysseus’tur. Odysseus, 10 yıl boyunca denizlerde dolaşıp çeşitli belalarla uğraştıktan sonra evine ulaşabilmişti, bu uzun yolculuk boyunca pek çok doğaüstü yaratıkla karşılaşmış ve mürettebatından çoğunu kaybetmişti. Efsanelerde denizcilere musallat olan bu doğaüstü yaratıklardan bazılarının salgın hastalıkları tasvir ettiğini düşünebiliriz, zira mikropların ve virüslerin bilinmediği çağlarda bir hastalığın nedenini doğaüstü güçlere, cinlere ve şeytanlara bağlamak oldukça yaygındı. Ayrıca yüksek ateşle seyreden hıyarcıklı veba, tifo ya da tifüs gibi hastalıklar çoğu zaman efsanelerdeki doğaüstü yaratıklara kaynaklık eden halüsinasyonlar görülmesine de yol açmış olabilir.
Tarih boyunca denizciler arasında yaygın pek çok hastalık ortaya çıkmış, modern tıp yöntemlerinin geliştirildiği yakın zamana kadar sayısız denizci bu hastalıkların pençesinde can vermişlerdi. Denizcileri kırıp geçiren ölümcül salgınların başında XVIII. yy’a kadar aralıklarla ortaya çıkan “veba” geliyordu. Hijyenik olmayan yaşam şartlarına sahip gemilerde hızla yayılan bu hastalığın nedeni ambarlarda taşınan farelerdi. İnfekte pireler aracığıyla farelerden insanlara geçen hastalık, pire dışkısı veya hastayla temas halinde de bulaşabiliyordu.
Hastalık, mikrop vücuda girdikten sonra 2 ila 8 gün içerisinde kendini gösteriyordu. Aniden başlayan baş ve sırt ağrıları, ateş, titreme, kusma, nefes darlığı, halsizlik, deri lekeleri, burun kanaması, kan tükürme, kasık ağrıları ve devamlı dalgınlık görülüyordu. Çoğu zaman lenf bezleri şişiyor, deri altında ve iç organlarda kanama başladığında ise ciltte siyah lekeler oluşuyordu. “Hıyarcıklı veba” da denilen hastalığın bu en yaygın şekline, vücutta oluşan siyah lekelerden dolayı “kara ölüm” adı verilmişti.
Kayıtlara geçen ilk büyük veba salgını VII. yy’da Akdeniz kıyılarında görülmüş, kısa zamanda ticaret yolu üzerindeki tüm liman şehirlerine yayılmıştı. Tarihin en büyük salgını ise ilk olarak 1331’de Çin’de başlamış, 1345’te Kırım’ı vurmuş ve buradan deniz yoluyla 1347 başlarında önce Konstantinopolis’e, sonbaharda ise Sicilya’nın Messina limanına ulaşmıştı. 1348-1350 yılları arasında yaşanan büyük veba salgını döneminde bu korkunç hastalık Akdeniz’deki tüm ticaret limanlarını vurmuştu ve Avrupa nüfusunun 1/3’ünü yok etmişti. Bu dönemde herhangi bir limandan demir alan bir gemi çoğu zaman varacağı yere ulaşamıyor, mürettebatının tamamı yolda vebaya yakalanatak ölüyordu. Akdeniz sahipsiz bir şekilde başıboş sürüklenen bu hayalet gemilerle dolmuştu ve korkudan hiçkimse bunlara dokunamıyordu.
Denizciler çaresiz kaldıkları bu salgın karşısında çözümü kutsallık atfettikleri bir takım putlara, azizlere sığınmakta ve azizlerden kalan bir takım cisimlere başvurmakta buldular. Salgının önüne geçilemeyince “karantina” adı verilen tecrit uygulamaları başlamış ve hastalık taşıyan gemilere sarı bayrak çekmek adet olmuştu. Mürettebattan veya yolculardan bir ya da daha fazlası hastalığa yakalandığında sarı karantina bayrağı çekilir, 30 ila 40 gün boyunca hiç kimseye limana çıkış izni verilmezdi.
Denizcileri tehdit eden bir diğer hastalık da, özellikle XVI. yy’da Asya ve Avrupa’yı kasıp kavuran “frengi”ydi. “Sifilis” de denilen frengi’nin kökeni tam olarak bilinmiyor, ancak Amerika seferinden dönen Kolomb’un mürettebatı tarafından Avrupa’ya taşındığı iddia ediliyor. Avrupa’da kayıtlara geçen ilk frengi salgını 1494-1495 yılları arasında Fransız işgali sırasında Napoli’de ortaya çıkmıştı ve bu nedenle önceleri “Fransız Hastalığı” olarak isimlendirilmişti; dilimize de bu yüzden “frengi” adıyla geçmiştir. İlerleyen yıllarda deniz yoğun deniz trafiğiyle Akdeniz kıyılarına yayılan frengi, Vasco de Gama’nın Hindistan seferinden sonra da Uzakdoğu’ya sıçramıştı.
Çoğunlukla cinsel yolla bulaşan bu hastalığın son evresinde vücutta “gom” adı verilen şişikler oluşur, iskelet yapısı deformasyona uğrar ve vücutta şiddetli ağrılar meydana gelirdi. Tedavi edilmediği takdirde zihinsel işlev bozukluklarına veya genel felçe yol açar, bunun sonucunda da ölüme neden olurdu.
Yetersiz beslenme de denizciler arasında ölümlerle sonuçlanan hastalıklara neden oluyordu. Konservasyon tekniklerinin geliştirildiği XIX. yy başlarına kadar gemilerde tüketilen yiyecek maddeleri oldukça sınırlıydı. Denizcilerin temel besini salamura et, kuru bakliyat ve kuru peksimetten ibaretti, bazen seyir esnasında tutulan taze balıklar da tüketiliyordu. Taze sebze ve meyve çoğunlukla gemi limana girdiğinde güverteye alınıyordu fakat uzun yolculuklar boyunca saklanamıyordu. Okyanus aşırı bir seyahat en az 4-5 hafta sürüyordu ve bu sure boyunca vitaminsiz kalmak denizcilerin “iskorbüt” adı verilen korkunç hastalığın pençesine düşmelerine neden oluyordu.
İskorbütün ilk belirtileri halsizlikti. Buna dişeti çekilmesi, ciltte morluklar ve yuvarlanan saçlar eşlik ediyordu. Uzun süreli C vitamini eksikliğinde yorgunluk, iştah azalması, yara iyileşmesinde gecikme, deride kuruluk ve çatlamalar, eklemlerde şişmeler görülüyor, sonuçta vücut direnci düşerek ölüme sebebiyet veriyordu.
Ilk olarak Hipokrat tarafından tanımlanan İskorbüt, bir zamanlar denizciler ve korsanlar arasında oldukça yaygın bir hastalıktı ve çoğu zaman ölümle sonuçlanıyordu. İskorbüt deniz seyahatlerini olumsuz etkileyen bir faktördü, uzun süreli yolculuklarda mürettebatın ve yolcuların çoğunun ölümüne neden oluyordu. Bu, özellikle keşifler çağından itibaren oldukça sık karşılaşılan bir durum haline geldi ve uzun deniz yolculukları sırasında binlerce denizci iskorbütün pençesinde can verdi. Seyehatlerde yaşanan tüm gecikmeler iskörbütün ekmeğine yağ sürüyordu, örneğin boylam hatası nedeniyle Mart 1741’de yolunu kaybeden HMS Centurion Büyük Okyanus’ta umutsuzca 3 ay dolandıktan sonra Juan Fernandez’e demir attığında 521 adamından 237’si iskorbütten ölmüştü.
İskorbüt’ün C vitamini eksikliğinden kaynaklandığı XVIII. yy ortalarına kadar anlaşılamadı. Meyve ve sebze tüketimiyle iskorbütün önlenebileceğini ilk anlayan ünlü kaşif James Cook olmuştu. Cook 1772’de başlayan ikinci yolculuğuna çıkarken denizcilerin karavanasına lahana turşusunu eklemişti. İnce kesilip salamuraya yatırılan lahana yaprakları C vitamin deposuydu ve iskorbütü denizcilerden uzak tutu. Gemilerde lahana turşusu yerini misket limonuna bırakana kadar Kraliyet donanması tarafından kullanıldı.
Kötü beslenmenin neden olduğu bir diğer denizci hastalığı da “beri-beri”ydi ve daha çok kabuksuz pirinç tüketilen Asya ülkelerinde görülmekteydi. Beri-beri’yi 1630’da ilk tanımlayan Java Adasında görevli Jacob Bonitus adındaki Felemenk bir hekimdi.
Islak ve kuru olmak üzere, başlıca iki tipi olan beriberi B1 vitamini (tiyamin) eksikliğine bağlıydı ve bu vitamin pirinç kabuklarında bolca bulunuyordu. Islak tipte, kalp kası gevşeyerek hastada zafiyet ve ödeme yol açarken, kuru tipte başlıca yıkım organlara giden sinirlerde oluyordu ve hastada yürüme bozuklukları görülüyordu.
1883’te Japonya’dan Havai’ye yapılan 9 aydan fazla süren bir görevde 376 denizciden 169’u bu hastalığa yakalanmış ve 25’inin hayatı kaybetmişti. Japon deniz kuvvetlerinde görevli tıp doktoru Takaki Kanehiro, beri-beri hastalığının pirinçten başka hiçbir şey yemeyen düşük rütbeli mürettebatta görüldüğünü gözlemledi; batı tarzı bir diyetle beslenen batılı denizciler beri-beriye yakalanmıyorlardı.
Gemilerde içme suyu çoğunlukla fıçılarda saklanıyordu ancak yolculuk uzadıkça kirlenen su içilmez bir hale gelmekteydi. Suyun daha uzun sureli dayanması için önlem olarak yola çıkılmadan önce sirke karıştırılıyordu, ancak bu geçici bir yöntemdi. Denizciler çoğu zaman beklemiş suları içilebilir hale getirmek için içine alkol karıştırırlardı. Kirli içme suları ve pis yiyeceklerle bulaşan “kolera”, “tifo” ve “dizanteri” gibi mikrobik hastalıklar da gemilerde ölümcül salgınlara neden olmaktaydı.
Arıtılmamış içme sularında oluşan bakterilerin neden olduğu kolera, bağırsak enfeksiyonuna bağlı şiddetli ishal ile seyreden ölümcül bir hastalıktı. Fıçılarda uzun süre beklemiş sular ve hijyenik olmayan ortamlarda bekletilen deniz mahsulleri koleraya neden olabiliyordu. pis sularla bulaşan ve şiddetli karın ağrıları ve kanlı ishalle seyreden bir diğer bağırsak enfeksiyonu da dizanteriydi. Pis yiyeceklerle bulaşan tifo mikrobu ise vücuda girdikten sonra 7 ila 15 gün içerisinde belirtilerini göstermekteydi. “Karahumma” adı da verilen bu hastalık kalp, beyin, böbrekler, akciğerler ve karaciğer gibi hayati organların yanı sıra göz ve kulak sinirlerini de etkiliyordu.
Özellikle tropikal bölgelere seyahat eden denizciler arasında görülen ölümcül bir diğer hastalık da “sıtma” idi. Yeryüzünde belirli bölgelerde sık görülen bu hastalık, sivrisinekler aracılığıyla taşınıyordu ve çoğunlukla 45 derece kuzey ve 40 derece güney enlemleri arasında daha yaygındı. Sıtmanın en belirgin özelliği titremeli ateş nöbetleriydi; nöbet başlamadan birkaç gün önce halsizlik, keyifsizlik, iştahsızlık, baş ağrısı, sırt ve bacak ağrıları olurdu. Sıtma nöbeti, şiddetli titremeyle yükselen ateşle başlar, terlemeyle sona ererdi. Hastanın bütün vücudu sarsılır, çeneleri birbirine çarpar ve nabız atışı hızlanırdı. Kollarda ve bacaklarda ağrılar oluşur, şiddetli baş ağrıları ve asabiyet görülürdü.
Genellikle bitlerin kolayca yayıldığı karanlık ve pis ortamlarda kıvrılıp bir arada yatan kimselerde görülen “tifüs” de zaman zaman denizciler arasında görülen bulaşıcı bir hastalıktı. XVI. yy’dan XIX. yy’a kadar düzenli aralıklarla ortaya çıkan tifüs salgınları, özellikle köleleri, mahkûmları ve mültecileri taşıyan gemilerde görülmekteydi. Kanada’da 1847-1848 yılları arasında baş gösteren tifüs salgınında 20.000’den fazla kişi hayatını kaybetmişti ve bunlardan çoğu mülteci gemilerinde hastalığa yakalanan İrlandalı göçmenlerdi.
Bunların dışında sağlıksız ortamlarda yaşayan denizciler arasında yakın zamana kadar “çiçek”, “kızamık”, “sarıhumma”, İspanyol gribi ve “tüberküloz” gibi ölümcül hastalıklar da oldukça sık görülmekteydi. Hastalıkların nedeninin tam olarak bilinmediği XIX. yy’a kadar hastalığa neden olan mikropların akan kanla çıkacağına dair yaygın bir inanç vardı. Kan akıtma işleminin en iyi tedavi yöntemi olduğu düşünülüyordu ve hemen hemen her hastalıkta sıklıkla bu yönteme başvurulurdu; hijyene dikkat edilmediği için bu uygulama çoğunlukla hastaların enfeksiyon sonucu ölümüne neden oluyordu. Zaman içerisinde yavaş yavaş gelişen kimya endüstrisi tıbbi ilaçların geliştirilmesine yol açtı ve hastalıklar artık yarı tıbbi yarı mistik uygulamalarla tedavi edilmeye çalışıldı. Fizyoloji, biyokimya, bakteriyoloji ve diğer bilim dallarında yaşanan gelişmeler ışığında, kanıta dayalı modern tıp uygulamalarının temelleri atıldı ve bir zamanlar ölümle sonuçlanan tüm bu hastalıklar basit ilaçlarla tedavi edilebilir hale geldi.
Bir zamanlar denizcilerin kâbusu olan bu ölümcül hastalıklar günümüzde artık kolayca tedavi edilebiliyor ve zamanında önlem alındığında herhangi bir tehdit oluşturmuyor. Güvertelerde salgın hastalıkların kol gezdiği ve iskorbütün hergün onlarca can aldığı günler çok eskilerde kaldı, ama o günlerden kalma sarı karantina bayrağı sembolik olarak halen kullanılmaya devam ediyor.
Sabri Çağrı Sezgin